18 Mart 2010 Perşembe

ZIZEK'in Avatar yazısı!!

Avatar, Avatar'ın ta kendisi

Slavoj Zizek


Avatar,  Avatar'ın ta kendisi

08/03/2010 11:49

Siyaseten doğru temaların altında ırkçı motifler barındıran Avatar bize şunu öğretiyor: Yerlilerin tek seçeneği insanlarca kurtarılmak ya da yok edilmek. Sadece emperyalist gerçekliğin kurbanı olmakla beyaz adamın fantezisinde kendilerine biçilen rolü oynamak arasında tercih yapabilirler

James Cameron’ın Avatar filmi, uzak bir gezegendeki mavi tenli yerli bir halkın arasına sızmak ve onları doğal kaynaklarının çıkarılmasına ikna etmek üzere gönderilen engelli bir eski askerin hikâyesini anlatıyor. Karmaşık bir biyolojik başkalaşım sonucu kahramanın zihni kendi ‘avatarı’nın kontrolünü ele alıyor ve genç bir yerlinin vücudunda zuhur ediyor. Bu yerliler son derece ruhani ve doğayla uyum içinde yaşıyorlar. Tahmin edileceği gibi asker güzel bir yerli prensesine aşık oluyor ve savaşta yerlilerin safına katılıyor, insan işgalcileri kovup gezegenlerini kurtarmaları için onlara yardım ediyor. Filmin sonunda kahraman ruhunu yaralı insan gövdesinden yerli avatarına aktararak onlardan biri haline geliyor.

Devam filmi ilginç olurdu
Filmin üç boyutlu hipergerçekliği göz önüne alındığında, Avatar Masum Sanık Roger Rabbit veya Matrix gibi filmlerle kıyaslanmalı. Üç filmde de kahraman sıradan gerçekliğimizle hayali bir evren arasında (Roger Rabbit’teki karikatürler, Matrix’teki dijital gerçeklik ya da Avatar’daki dijital olarak geliştirilmiş gündelik hayat) sıkışıp kalır. Bu yüzden şu akılda tutulmalı: Avatar’ın anlatısının tek ve aynı ‘gerçek’ gerçeklikte yaşandığı söyleniyor olsa da, altta yatan sembolik ekonomi düzeyinde, iki gerçeklikle iştigal ediyoruz: Bir yanda emperyalist sömürgeciliğin sıradan dünyası, diğer yanda doğayla ensest bir bağ kurarak yaşayan yerlilerin fantazi dünyası. Filmin sonu kahramanın tümüyle gerçeklikten fantazi dünyasına göç etmesi olarak okunmalı - adeta Matrix’te Neo’nun kendisini tekrar tümüyle matrikse sokmaya karar vermesi gibi.
Ancak bu, gerçek dünyaya yönelik daha ‘otantik’ bir kabul ediş adına Avatar’ı reddetmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Fantaziyi gerçeklikten çıkarırsak, bizzat gerçeklik tutarlılığını yitirip dağılır. ‘Ya gerçekliği kabul et ya da fantaziyi tercih et’ arasında seçim yapmak yanlış: Sosyal gerçekliğimizi gerçekten değiştirmek ya da ondan kaçmak istersek, yapılacak ilk şey bu gerçeklikle uyum sağlamamıza yol açan fantazilerimizi değiştirmektir. Avatar’ın kahramanı bunu yapmadığından, subjektif konumu Jacques Lacan’ın Sade ile ilgili söylediği şey haline gelir: Kendi hayallerinin kurbanı.
Bu yüzden Avatar’ın devamında olabilecekleri hayal etmek ilginç: Sözgelimi birkaç yıllık (ya da aylık) saadetten sonra, kahraman tuhaf bir rahatsızlık hissetmeye ve çürümüş insan dünyasını özlemeye başlar. Bu rahatsızlığın kaynağı ne kadar kusursuz olursa olsun her gerçekliğin bizi er geç hayal kırıklığına uğratması değildir sadece. Böyle kusursuz bir fantazi bizi tam da kusursuz olduğu için hayal kırıklığına uğratır: Bu kusursuzluğun işaret ettiği şey, onu hayal eden özneler olarak orada bize yer olmamasıdır.
Avatar’da tahayyül edilen ütopya Hollywood’un bir çift yaratmak için bildik formülünü kullanıyor: Uygun cinsel partnerini bulmak için barbarların arasına karışması gereken, kaderine boyun eğmiş beyaz kahraman (Kurtlarla Dans’ı hatırlayın). Tipik bir Hollywood yapımında, Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nden dünyaya çarpan göktaşlarına kadar her şey Ödipal bir anlatıya tahvil edilir. Büyük tarihsel olayların bir çiftin vuslatının arka planı olarak kullanıldığı bu prosedürün gülünç zirvesi, Warren Beatty’nin Kızıllar filmidir. Hollywood bu filmde, 20. asrın en travmatik tarihsel vakası olduğu söylenebilecek Ekim Devrimi’ni rehabilite etmenin bir yolunu bulmuştur. Kızıllar’da John Reed-Louise Bryant çifti derin bir duygusal kriz içindedir; aşkları Louise ateşli bir devrimci konuşma yapan John’u seyrederken alevlenir. Devamında çiftin sevişmesi, arketip devrim sahneleriyle kesişir ve bunlardan bazıları cinsellikle fazlasıyla bariz bir biçimde bakışır; sözgelimi John Louise’in içine girdiğinde kamera bir gösterici kalabalığının hareket halindeki ‘fallik’ bir tramvayı kuşatıp durdurduğu bir sokağa döner - bu arada arkada ‘Enternasyonel’ marşı terennüm edilmektedir. Orgazm anında bizzat Lenin de arzı endam eder; bir salon dolusu delegeye konuşmakta ve soğuk bir devrimci liderden ziyade aşk başlangıcına nezaret eden bilge bir öğretmeni andırmaktadır. Hollywood’a göre bir çiftin ikinci baharına hizmet ediyorsa Ekim Devrimi bile kullanılabilir.
Cameron’ın bundan önceki gişe filmi Titanik de gerçekte geminin buzdağına çarparak yaşadığı felaketle mi ilgilidir? Tam felaketin gerçekleştiği ana dikkat: Genç sevgililer (DiCaprio ve Winslet) ilişkilerini kesinliğe kavuşturduktan hemen sonra güverteye döndüklerinde yaşanır felaket. Daha da hayati olanı, Winslet’in sevgilisine gemi ertesi sabah New York’a vardığında onunla kaçacağını, yani gerçek aşkıyla yoksul bir hayatı zenginler arasında yanlış, çürümüş bir hayata tercih edeceğini söylemesidir. Bu anda gemi, asıl felaket olacağı aşikâr olan şeyi, yani çiftin birlikte yaşayacağı hayatı önlemek babında buzdağına çarpar. Günlük hayatın sefaletinin, kısa süre sonra onların aşkını öldüreceği kolayca tahmin edilebilir. Dolayısıyla felaket onların aşkını kurtarmak, çiftin aslında ‘ilelebet mutlu yaşayacağı’ yanılsamasını sürdürmek için vuku bulmuştur. DiCaprio’nun son dakikaları daha açık bir ipucu daha barındırır. Suda donarak ölmekte olduğu sırada Winslet büyük bir tahta parçasının üzerinde güvendedir. DiCaprio’yu kaybetmekte olduğunun farkında olan Winslet, “Seni asla bırakmayacağım” diye feryat eder - ve bunu söylerken, sevgilisini elleriyle uzağa itmektedir.
Niye? Çünkü DiCaprio vazifesini ifa etmiştir. Titanik bir aşk hikâyesinin altında başka bir hikâye anlatır. Kimlik krizi yaşayan şımarık bir yüksek sosyete kızının hikâyesidir bu: Kafası karışmıştır ve DiCaprio aşk partnerinden ibaret olmanın ötesinde, işlevi kızın kimlik duygusunu ve hayat amacını tesis etmek olan bir tür ‘sırra kadem basan aracı’dır. DiCaprio’nun dondurucu Kuzey Atlantik denizinde kaybolmadan önceki son sözleri bir aşığın değil, kıza kendisine karşı dürüst ve sadık olmasını öğütleyen bir vaizin sözleridir.

Yoksul vampirce sömürülüyor
Cameron’ın yüzeysel Hollywood Marksizmi (aşağı sınıflara kaba saba bir biçimde iltimas geçerken, zenginlerin acımasız bencilliğini karikatür düzeyinde tasvir etmesi) bizi yanıltmamalı. Yoksullara yönelik bu sempatinin altında, ilk bütünlüklü tezahürünü Rudyard Kipling’in Cesur Kaptanlar’ında bulan gerici bir mit yatıyor. Cesur Kaplanlar’daki hikâye, krizdeki genç ve zengin bir insanın, yoksulun kanlı canlı hayatıyla kısa ve yakın bir temas sayesinde yaşama gücü kazanmasıyla ilgili. Yoksula duyulan şefkatin arkasında, vampirce bir sömürme yatmaktadır.
Bugün Hollywood bu formülü giderek kenara bırakıyor gibi. Fakat Avatar’ın bir çift yaratmayı öngören eski formüle sadakati, yani tümüyle fanteziye bel bağlaması ve yerli bir prensesle evlenip kral olan beyaz adama dair hikâyesi, onu ideolojik olarak muhafazakâr, eski moda bir film kılıyor. Teknik parlaklığı bu muhafazakârlığı örtmeye hizmet ediyor. Siyaseten doğru temaların altında (emperyalist işgalcilerin ‘askeri-sınai kompleksi’ne karşı koyan ekolojik yerlilerle saf tutan dürüst beyaz adam), kaba ırkçı motiflerden mürekkep bir silsile var: Dünyadan kovulmuş ama güzel bir yerel prensesin elini tutup yerlilerin nihai savaşı kazanmasına yardım etmeye muktedir bir felçli. Film bize şunu öğretiyor: Yerlilerin tek seçeneği insanlar tarafından kurtarılmak ya da yok edilmek. Sadece emperyalist gerçekliğin kurbanı olmakla beyaz adamın fantezisinde kendilerine biçilmiş rolü oynamak arasında tercih yapabilirler.

Maoculara da hayran mısınız?
Avatar para basarken, tuhaf bir biçimde anlattığı hikâyenin hayata geçtiğini düşündüren bazı gelişmeler oluyor. Dongria Kondh halkının yaşadığı Hint eyaleti Orissa’nın güney tepeleri, muazzam boksit damarlarını çıkarmayı planlayan maden şirketlerine satıldı. Tepki olarak Maocu (Naksalit) bir silahlı isyan patlak verdi.
Hindistan başbakanı isyanı ‘iç güvenliğe yönelik en büyük tehdit’ olarak niteledi; isyanı ilerlemeye karşı aşırılıkçı bir direniş olarak yansıtan anaakım medya ‘kızıl terör’e dair haberlerle dolup taşıyor. Hint devletinin orta Hindistan’daki ‘Maocu kalelere’ karşı büyük bir operasyon yürütmesine şaşmamak lazım. Ve her iki tarafın bu acımasız savaşta büyük bir şiddete başvurduğu, Maocuların ‘halk adaleti’nin acımasız olduğu da doğru. Fakat bu şiddetin liberal ağız tadımıza uyup uymadığı bir yana, bunu kınamaya hakkımız yok. Neden? Çünkü bu insanların durumu tam da Hegel’in ayaktakımına denk düşüyor: Hindistan’daki Naksalit asiler, asgari düzeyde onurlu bir yaşamdan mahrum bırakılan, açlık çeken bir kabile halkı.
Peki Cameron’ın filmi bu açıdan nerede duruyor? Hiçbir yerde: Orissa’da kendilerini baştan çıkarıp halkına yardım edecek beyaz kahramanları bekleyen asil prensesler yok, aç köylüleri sadece Maocular örgütlüyor. Film tipik bir ideolojik ayrımı tecrübe etmemizi sağlıyor: Gerçek mücadelelerini reddederken, idealize edilmiş yerlilere sempati duymak. Filmi beğenen ve yerli asilerine hayranlık duyanlar, muhtemelen Naksalitleri görse tabanları yağlayacak ve cani teröristler diyerek yüz geri edecektir. Bu yüzden gerçek avatar Avatar’ın ta kendisi - gerçekliğin yerine geçen film. (Britanya’da yayımlanan haftalık dergi, düşünür, 4 Mart 2010)

11 Mart 2010 Perşembe

Turhan Selçuk

'Abdülcanbaz' yetim kaldı


'Abdülcanbaz' yetim kaldı

Radikal Kültür 11/03/2010 09:39

Karikatürist Turhan Selçuk, tedavi gördüğü Acıbadem Maslak Hastanesi'nde yaşamını yitirdi. 88 yaşındaki Selçuk, karın içindeki aort damarının yırtılması nedeniyle ameliyat olmuştu.


Yarattığı 'Abdülcanbaz' karakteriyle tanınan ve Cumhuriyet Gazetesi’nde yıllardır ‘Söz Çizginin’ başlığıyla karikatürleri yayımlanan Turan Selçuk, üç gün rahatsızlanarak Acıbadem Maslak Hastanesi’ne kaldırıldı. Karındaki aort damarının genişlemesi (abdominal aort anevrizması) teşhisi ile tedaviye alınan Turhan Selçuk’a hastanede stent takıldı. Ancak kanama nedeniyle Selçuk ameliyata alındı. Selçuk, gece saat 01.30 sıralarında hayatını kaybetti.

Hacıbektaş’ta defnedilecek

Selçuk, Nevşehir’in Hacıbektaş İlçesi'nde bulunan Çilehane mevkiinde toprağa verilecek. Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu, cenaze programının tam belli olmamakla birlikte Acıbadem Maslak Hastanesinde vefat eden Turhan Selçuk’un, vasiyeti gereği 14 Mart 2010 Pazar günü yapılacak törenle Aşık Mahsuni’nin de mezarının bulunduğu Çilehane mevkin de toprağa verileceğini söyledi. Cenazesi, Cumartesi günü İstanbul Gazeteciler Cemiyeti önünde düzenlenecek tören sonrasında Hacıbektaş’a getirilecek. Selçuk’un mezarı, Hacıbektaş belediyesi ekipleri tarafından hazırlanacak.

TURHAN SELÇUK KİMDİR?

Turhan Selçuk 1922`de Milas'da (Muğla) doğdu. İlk karikatürleri 1941'de Adana'da Türk Sözü, İstanbul'da Kırmızı Beyaz ve Şut'ta yayımlandı.

1948`de Şaka, Akbaba, Tasvir ve Aydede dergilerinin kadrolarında yer aldı. Ertesi yıl Yeni İstanbul gazetesine girdi. ABD`li karikatürcü Saul Steinberg'in "çizgiyle mizah" anlayışını benimsedi. Aynı gazetede karikatür tarihini ele alan yazılar kaleme aldı. "Grafik mizah"ın karikatürün evrensel anlatımı olduğunu savundu.

1951'de ilk sergisini açtı; 1952'de, kardeşi İlhan Selçuk ile birlikte öncülerinden olduğu 1950 Kuşağı`nın ilk yayını 41 Buçuk adlı mizah dergisini, 1953`te de Karikatür'ü yayımladı.

İlk kitabı Turhan Selçuk Karikatür Albümü'nü çıkardığı 1954'te Milliyet gazetesine başkarikatürcü olarak giren sanatçı, oluşturduğu karikatür üslubunu bu dönemde geometrik bir estetiğe oturtmaya başladı ve bu tür yapıtları, kardeşiyle birlikte çıkardığı mizah dergisi Dolmuş'ta ivme kazandı.

1957'de Milliyet'te "Abdülcanbaz" adlı ünlü çizgi roman kahramanının maceralarına başladı; 1959'da 140 Karikatür'de yeni dönem yapıtlarından bir seçki düzenledi. 1960'larda İtalyan mizah dergisi II Travaso`nun kadrosuna girdi.

1961`de haftalık politika dergisi Yön'de çizmeye başladı; 1962'de Turhan 62, 1964'te ise Hiyeroglif, 1969`da Hal ve Gidiş'i yayımladı. Aynı yıl ikinci kez Yeni İstanbul'a döndü, daha sonra Akşam'a geçti, 1972'de ise Cumhuriyet gazetesinde haftalık panaromik politik karikatürler çizmeye başladı. 1979'da aniklopedik albümü Söz Çizginin'i yayımladıktan sonra 1980'de Milliyet'e döndü.

Son olarak Cumhuriyet gazetesinde çizen Turhan Selçuk, gazeteci-yazar İlhan Selçuk'un kardeşiydi.

Abdülcanbaz'ın kolu kanadı kırık

12/03/2010 07:31

Ünlü çizgi roman Abdülcanbaz'ın yaratıcısı Turhan Selçuk, 88 yaşında öldü. Selçuk, sadece günlük gazete çizgilerinde değil bütün karikatürlerinde, 'estetik' bir yaklaşımı ve insan haklarından, ezilenlerden yana bir siyasi tavrı sürdürmüştü

İSTANBUL - Türkiye’de karikatür sanatının en büyük ismi Turhan Selçuk, önceki gece 88 yaşında hayata veda etti. Selçuk, Türkiye’de karikatürün hem kitleselleşmesine hem de yaratıcı bir faaliyet olarak kabul görmesinde etkili olmuş bir isimdi. Mizahını siyasi tavrıyla besleyen, insan haklarından, demokrasiden, halktan yana bir tavrı çizgileri aracılığıyla mücadeleye dönüştüren bir çizerdi Turhan Selçuk.
Ömür boyunca Anadolu’yu gezmiş bir subay ailesinin çocuğu olarak 1922`de Milas`da (Muğla) doğdu. Liseyi Adana’da bitirdi. İlk karikatürleri 1941`de Adana`da Türk Sözü dergisinde yayımlandı.

Milliyet’te başkarikatürcü

Üniversite için geldiği İstanbul’da ilk tercihi mimarlık fakültesiydi. Ama sınavı kazanamayınca dişçilik fakültesine kaydını yaptırdı. Bir yandan dergilere çizmeyi sürdürüyordu. Akbaba’nın yanısıra Şaka, Tasvir ve Aydede dergilerinde de çizdi. Yeni İstanbul gazetesine girdi. Bu arada geçirdiği hastalık sonucu uzak kaldığı okulu tamamen bıraktı ve çizerlikte karar kıldı. Kendi de dergiler yayımladı. 1952`de sonra ünlü bir gazeteci olacak kardeşi İlhan Selçuk’la birlikte önce 41 Buçuk adlı mizah dergisini, sonra Dolmuş’u çıkarttı. 1954`te Milliyet gazetesinin başına geçen Abdi İpekçi, Turhan Selçuk’u da başkarikatürcü olarak gazeteye aldı. Başından itibaren ‘grafik mizah’ anlayışıyla çizgilerinde yalın ama estetik bir tarzı hedefleyen Turan Selçuk burada geometrik estetiğini olgunlaştırdı.

İsim babası Aziz Nesin

Ona en büyük ünü kazandıran, neredeyse aralıksız otuz yıl çizeceği çizgi roman kahramanı Abdülcanbaz oldu. Abdi İpekçi’nin yerli bir çizgi roman yayımlamak istemesi ve Turhan Selçuk’a ısrar etmesiyle işe koyuldu. Hikayeleri yazmayı Aziz Nesin üstlendi, Abdülcanbaz adını da o buldu. 1957`de Milliyet`te yayımlanmaya başlayan bu kurnaz İstanbul delikanlısını okur çok beğendi. Ne var ki Aziz Nesin sürdürmek istemeyince Rıfat Ilgaz devreye girdi ve bir macera da o yazdı. Derken Turhan Selçuk Abdülcanbaz’ı hem yazıp hem çizmeye karar verdi. Turhan Selçuk, kurnaz ve açıkgöz Abdülcanbaz’ı iyiden doğrudan halktan yana bir kahramana dönüştürdü. Yaşadığı zamanı da kendi çağından çıkarttı ve onu Osmanlı dönemine gönderdi. Dini istismar edenlerle, halkı sömürenlerle, vatan hainleriyle mücadele eden bir kahraman oldu Abdülcanbaz. Tek zaafı ince belli uzun bacaklı güzel gözlü kadınlar olan, meşhur osmanlı tokatıyla üç kişiyi birden deviren Abdülcanbaz o kadar beğenildi ki otuza yakın albümü yayımlandı. Çizgi roman yıllarca Milliyet’te bir ara Akşam, Yeni İstanbul, ve Cumhuriyet gazetelerinde çıktı. Turhan Selçuk, Abdülcanbaz’ın bu kadar beğenilmesini “Hem siyasal hem toplumsal bir roman.” diye özetliyor ve ‘zaman ötesi’ olma haline işaret ediyordu: “Bunun yanında evrenselliği de var. Çünkü zamanı mekanı yok. Yeri geliyor aya gidiyor yeri geliyor mısırda görünüyor, yeri geliyor İstanbul’da geziniyor.”

Yazısız karikatür

Gazetelerde aktüel gelişmeleri yorumlayan gündelik siyasi mizahı, evrensel alanda kabul gören yazısız karikatür sanatıyla birada götürebilen bir kuşağın en önemli ismiydi. Sadece gazetelerde dergilerde çizmekle kalmamış, çok sayıda kişisel albüm yayımlamış, yabancı dergilerde çalışmaları yayımlanmış, Türkiye’de ve dışarıda çok sayıda sergi açıp ödüller almış bir sanatçıydı Turhan Selçuk. Aldığı ödüller arasında Tüyap Kitap Fuarı Onur Sanatçısı unvanı da Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü de vardı. Kendi ‘iyi karikatür’ünü bir söyleşide şöyle tanımlamıştı: İster siyasi ister sosyal, ister güldürü, ister karamizah olsun, karikatürcünün çizgileri, grafik sanatının gerektirdiği çizgiden yoksunsa ona bir sanat yapıtı gözüyle bakamayız. Grafik çizgi, güçlü bir espriyle desteklendiğinde, karikatür iyi bir karikatür olur.”
Turhan Selçuk, bir süredir Cumhuriyet gazetesinde çiziyordu. 7 Mart’ta önce, ‘aort yırtılması’ teşhisiyle kaldırıldığı hastanede önceki gece yarısından sonra hayata veda etti. Dün ölüm haberinin duyulması üzerine Cumhurbaşkanı, Başbakan, Kültür ve Turizm Bakanıyla sanat dünyası üzüntülerini bildirdi. Ünlü çizer, vasiyeti üzerine Hacıbektaş’ta toprağa verilecek. Turhan Selçuk için ilk tören 13 Mart Cumartesi günü İstanbul’da Cumhuriyet gazetesinde yapılacak. Bu törenin ardından Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesine götürülecek Selçuk’un cenazesi, 14 Martta burada gerçekleştirilecek törenden sonra ilçede bulunan ‘Çilehane’ye defnedilecek. (Kültür Sanat)

Evrensel bir çizerdi

PİYALE MADRA: Dünya karikatür sanatının en iyilerinden biriydi. Selçuk’un çizgisi her karikatürcünün istediği, kendine özgü bir tarzı barındırır, çizgisi hemen tanınır. Konulara yaklaşımı öze yönelikti. Abdülcanbaz tiplemesi bana hep kendisiymiş gibi geldi. Doğruluktan ayrılmayan, güçlü ve dingin bir karakter.

ZEYNEP ORAL: Çizgiye insan haklarını, insan onurunu, insana ve emeğe sevgi ve saygıyı yerleştiren; çizgisiyle haksızlığa, sömürüye, baskıya direnen; savunduğu ilkeleri en incelikli, yorumlarla ortaya koyan; çizgi sanatını evrensel değerler hiyerarşisinde doruklara taşıyan bir usta benim için Turhan Selçuk. Ama bunların ötesinde çok hem de çok özleyeceğim bir dost.


KEMAL GÖKHAN GÜRSES: Abdülcanbaz’ı döne döne, tekrar okumuş bir okuru olarak da onu yürekten özleyeceğim. Tüm dünya çizerlerinin başı sağolsun.


AHMET OKTAY: Turhan Selçuk, Türk karikatürünün en önde gelen adlarından biridir. Onun sadece siyasal konularla ilgilenmediğini ve toplumun bütün oluşumlarını gözlem altında tuttuğunu biliyoruz. Yeri doldurulamaz...


TAN ORAL: Turhan, Türk karikatürünün ve çizginin, mizahın ustası olduğu kadar benim de çok sevdiğim saydığım dostumdu. Turhan’ı yitirdik ama çizgileri zaman içinde konuşmaya devam edecek.


DOĞAN HIZLAN: Çizdiği tipler yarattığı tipler, gerçekten de bu toplumun içinde dikkat edilmesi gereken, bizim yaşama biçimimizi zedeleyen tiplerdi. Ben zaman zaman onun karikatürlerine bakmak gereği duyarım. Sanırım bu alışkanlığım daha da büyüyecek.


MUSA KART: Karikatür tarihinin en önemli isimlerinden birini kaybettik. Dünyada Turhan Selçuk karikatürünün çok önemli bir yeri var, 1950 kuşağının en önemli temsilcilerindendi. Benim hayatımda çok önemli bir yeri vardı, benim Cumhuriyet gazetesinde çizmemi sağlayan kişiydi. Başım derde girdiğinde, ağır sağlık sorunlarına rağmen, yanımda yer alan kişiydi. Arkasında eşsiz bir hazine bıraktı, ‘Gözlüklü Sami’ ve ‘Abdülcanbaz’. Gözlüklü Sami olumsuz bir karakterdi, Abdülcanbaz ise haksızlıklara karşı direnen, mücadele eden bir kişilikti. Abdülcanbazlara bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.


İSMAİL GÜLGEÇ: Karikatür camiasında Turhan abinin yeri çok ayrıydı. Türkiye’de iki ayrı karikatür türü vardır; biri sanat diğeri de Gırgır ekolü. Turhan abi ikisini birleştiren karikatüristlerden biriydi, ama hiçbir zaman sanattan da kopmadı. Gazetelerde güncel karikatür çizince ister istemez sanat ikinci planda kalır, ama o bunu hiçbir zaman yapmadı. O dünya çapında kendine has sanatsal üslubunu kaybetmedi. Bunu anlamakta güçlük çektik, yani sanatla güncel olanın yan yana verilmesini anlayamadık. Bu yönden Turhan abinin kaybı çok büyük bir kayıptır. Sanatsal karikatür, Karikatür Derneği’nin aracı olduğu basında bulunmayan ama dünyadaki yarışmalarla kendini duyuran kısıtlı bir yerde kalmıştır. Turhan abi bunun uzantısıydı basında. O da yok olunca korkarım ki Türk basınında karikatürün sanat yönü de yok oldu.


KAMİL MASARACI: Turhan Selçuk, çizgisiyle düşünün, yaşadığı ülkeye ve dünyaya karşı sorumluluk duyan yurtsever, demokrat ve ilerici bir karikatürcüydü. İnsana pek yakışan ‘mütevazı’ görünüşünün arkasında müthiş zengin ve hoşgörülü, bir o kadar da mücadeleci kişilik vardı. Onu saygıyla anıyorum.


SEMİH GÜMÜŞ: Karikatürün bizim ülkemizde bir sanat olarak kendini var etmesi özellikle 1950 Kuşağı’nın çabasıyla olmuşsa, Turhan Selçuk da bunun öncülüğünü yapmıştır. Pek çoklarımız onu Abdülcanbaz ile anıyor, oysa öteki çizdikleri, asıl onlardır Turhan Selçuk’u karikatür sanatının doruğuna çıkaran. Batı’da karikatür sanatının çizgiyle yapılan bir sanat olduğunu gördükten sonra ortaya koyduklarıyla Batı’nın da ustalarından biri olarak kabul edilmişti. Karikatürle ilgili herkesin sevdiği bir ustaydı Turhan Selçuk.

ENKE

Kaleci ve intiharın kıyısındaki hayat

TANIL BORA

Radikal Spor / 17/11/2009

Hannover 96 ve Almanya Milli Takımı'nın kalecisi Robert Enke'nin intiharı futbol âlemini sarstı. 2003-2004 sezonunda Fenerbahçe'de bir anda dibe vurduktan sonra yeniden ivmelenmeyi başarabilmiş bir profesyonel olan Enke, bir 'karakter'di. İntihar sonrası, arkasından tartışılanlar da çok şey öğretiyor

Kendini pervasızca topların ve tekmelerin önüne fırlatıp duran adamın, sonra bir gün son hız gelen trenin önüne atlaması... Öğrenilmiş refleksin kontrolden çıkması, sanki. On bir oyuncudan biri intihar edecekse, kaleciden beklersiniz bunu. Kamikazeler değil midir onlar? Kale çizgisi, kalecinin trapezi değil mi? Ruh durumu bakımından da olağan şüphelidir kaleci. 20. yüzyılın başlarından kalma Britanya atasözüdür: ‘Her kaleci ya doğuştan delidir ya kalecilik yapa yapa delirmiştir.’ Diğer oyuncular koşarak, topa vurarak hırslarını çıkarır, istim boşaltırken, kaleci maçın gerginliğini içinde büyüterek, dakikalarca hiçbir şey yapmadan beklemek zorundadır. Üstelik her an tetik durarak. Sonra malûm, trapezde harikalar yaratırken bir kere ayağı sekiverse, her şeyin bitecek olmasının feci baskısı... Uzatmayayım, Fikret Doğan pazar günkü Taraf’ta şahane anlattı kalecinin ontolojisini.

Kahn’ın zıddıydı
Kariyerinde hayranlık uyandıran bir ‘geri dönüşü’ başarmış olan 32 yaşındaki Robert Enke’nin hayatı bırakıp gitmesinin arkasında, kaleciliğin olağan stresinin ötesinde bir şeyler olmalı. Küçücük kızını kaybettiği biliniyor, depresyonundan söz ediliyor. Medya, hayatının her köşesini didik didik etmek üzere hücuma geçti hemen. Fenerbahçe’deki kâbus günlerinde onu hemen harcamış olan Daum, ‘O sıra bana hiçbir zaman açıklayamayacağım bir şey söylemişti’ sözleriyle en müstehcen merakları gıcıklayarak, hatırasını da harcadı Enke’nin. Has futbolseverler, internet forumlarında, medyanın özel hayat dikizciliğine lânet yağdırıyorlar. ‘11 Freunde’ dergisi, internet sayfasında şu başlığı attı: ‘Üzerine konuşulamayacak şeyler hakkında, susmak gerekir’. Her nevi mutlaklık iddiasıyla boğuşan filozof Wittgenstein’ın sözü.
Enke’nin özel hayatına değil kamusal hayata bakmak gerektiğinde ısrar edenler de var. Bundesliga’nın, genel olarak profesyonel futbol ortamının gitgide kıyıcılaşan stresine dikkat çekenler. Evet, Enke’nin ve her bir insanın trajedisi biriciktir; ama o gladyatör düzeninin mümessillerinin ıslık çalarak uzaklara bakmasına da göz yummamalı.
Hele, Robert Enke’nin gladyatör töresine kendi tarzında meydan okuyan, farklı bir profesyonel olduğu düşünüldüğünde. Enke, Oliver Kahn’in çizdiği imgenin zıddıydı. Kahn, sanki yaradılıştan zırhlıydı; çelik sinirli, saldırgan, ürkütücü kalecinin timsali. Enke ise, agresif jestlerden uzak, hatta basbayağı halim selim bir kalecinin de mesleğinin bir numarası olabileceğini ispatlamıştı. Fikret Doğan’ın da işaret ettiği gibi, takımda rekabetin değil herkesin birbirine güven duymasının performansı yükselteceğine inanıyor; belki daha doğrusu, o yolla yükseltilmiş bir performansı istiyordu.

O bir entelektüeldi
Enke’ye ‘entelektüel’ denmesi boşuna değil. 2008 Aralık’ında verdiği uzun mülakatta söylediklerinden bir iki parça, onun kendine ve dünyasına bakışındaki olgunluğa delildir: ‘İşimi çok seviyorum ama işin etrafındaki tantanaya ve futbolun medyadaki ikincil tezahürlerine alışmak için özel bir çaba lazım. Habire meslektaşlarımdan birisinin arkasına nasıl teneke bağladıklarını okumak bana neredeyse tensel bir acı veriyor. Öte yandan profesyonel futbolcu olarak çok para kazanıyorsunuz, bundan ötürü işte belki hakkında böyle pisliklerin yazılmasına katlanmak gerekiyor.’ ‘Profesyonel futbolun havasını bir kez soludun ve bu hayatın tadını aldın mı, vazgeçemiyorsun.’ ‘Bir maç kaybettiğimde yine canım sıkılıyor. Fakat bir yenilgi birkaç yıl öncesine kadar bir haftamı mahvederdi, artık sadece iki gün.’ ‘Yıllar geçtikçe tribüne oynamaktan uzaklaşıyorsun. Bugün, 90 dakika fazla iş çıkmazsa memnun oluyorum. Eskiden kaleye çok top gelsin ki parlayayım isterdim.’

‘Sadece üzülmek istiyorum’
İnternet forumlarında yazanlardan birisi şunları demiş: ‘Tren ne hızla gidiyormuş da veda mektubunu nereye bırakmış da, intihar sebebi tam olarak neymiş de... bugün bunların hiçbiriyle alâkadar değilim, yarın da olmayacağım. Bunları hiç istemiyorum. Yalnızca üzülebilmeyi istiyorum ben.’ Ruhumdan konuşmuş... Geçen haziran, Gençlerliler olarak yaşadığımız küme düşme korkusu vesilesiyle yazmıştım... Ben de, sahici felâketlerin yokluğunda trajedi mecazının tepe tepe kullanıldığı sıradan, gündelik futbol yıkımlarında bile, her şeyden evvel bunu isterim: Salimen üzülebilmek...