10 Aralık 2020 Perşembe

LAYOUT TASARIMI _ EGZERSİZ 4 // FORMAT EGZERSİZİ: "SÖYLEŞİ" Vol.2

Arkadaşlar bu egzersizde, sayfa düzeninde "Yan yana açık iki sayfa (spread)" tasarımını deneyimleyeceğiz: Aşağıda bulunan metni, yine aşağıdaki görsellerle sütun sistemini kullanarak yan yana açık iki sayfada düzenleyin. 

- Düzenlemeyi 23x30'ar cm'lik iki sayfa içerisine yapacağız.
[İki sayfa yan yana (Facing pages/Spread)]  

- Görselleri dilediğiniz gibi kullanabilirsiniz. 

- En az üç adet çalışma hazırlayacaksınız.



K U L L A N I L A C A K   M E T İ N


Fethi Pamukoğlu: “Bilgi birikimi, ancak bir başkasına aktarılırsa ölümsüzleşir”


SÖYLEŞİ / FOTOĞRAFLAR: ALİ KEMAL ERTEM

Saat Kulesi’nin yer aldığı meydan, her kesimden insanın uğrak noktasıdır. Meydanın içinde oyalansak da içinden geçip gitsek de kulenin tarihi saatine pek bakmayız. Oysa yıllardır o saate gözü gibi bakan bir isim var: Fethi Pamukoğlu. Antik saatler uzmanı Pamukoğlu ile zamanlar arasında gidip geldiğimiz bir söyleşi gerçekleştirdik.

Saat Kulesi denince akla ilk gelen isimlerden birisiniz. Kuledeki saatin tarihçesi hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Kulenin saati, Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından şehre hediye ediliyor fakat çok ilginçtir, saat Fransız sistemiyle çalışıyor. Bu işe gönül vermiş dört arkadaşımla o kadar araştırdık ama üretici firmanın kim olduğunu bulamadık. 
“Saat kulesi tamircisi” ifadesi, masalsı bir etki yaratıyor… Bize hikâyenizden bahseder misiniz?
1958 doğumluyum. Mesleğe yedi yaşımda, babamın yanında başladım. Müessesemiz, 1936’dan beri, üç kuşaktır ara vermeden varlığını sürdürüyor. Yaşım ilerledikçe, mesleğe ilgim arttıkça, babamın yanında daha fazla zaman geçirmeye başladım; devamlı araştırma halindeydim. 12 Eylül öncesinde, üniversitelerin karışık ortamından dolayı okulda bir sene kaybedeceğim belli olunca, askere gitmeye karar verdim. Böylece, 1981 yılında profesyonel hayata adım atmış oldum. Çok ilginç dönemlerdi çünkü geleneksel saatçiliğin yapı taşları yavaş yavaş yerinden oynamaya başlamıştı. Bizden öncekiler ve bizim kuşaktan gelen saatçiler, mekanik ustasıdır. Elektronik devir başladığında, o teknolojiye ayak uydurmaya çalışırken hepimiz epeyi sıkıntı çektik. Aslını isterseniz bu sıkıntılı dönem, benim hayat felsefemi derinden etkiledi. Şöyle ki: Saat tamiri ve bakımı çok zorlu bir iştir; emek, göz nuru, ilgi ve bilgi gerektirir. Pilli saatlerin tamiri daha kolaydır, kârlı bir iş koludur. O günkü hayat felsefeme uygun düşecek şekilde, kolay para kazanmanın peşindeydim ve bu kolaycılığın bedelini ilk Körfez Savaşı sırasında döviz tepetaklak olunca çok pahalıya ödedim. Piyasadaki para sirkülasyonu aniden duruverdi ve dibe vurduk. 
Her zaman, hayata pozitif bakmaya çalışırım ve başa gelen her melanetin insanın hayatına olumlu bir etki yapacağına inanırım. Ticari hayatımız alaşağı olunca evi, arabayı, yazlığı satmak zorunda kaldım. En sonunda, satacak başka şey kalmayınca, İstanbul’a gidip depomda kalmış otuz antika saati elimden çıkardım. Saatler çok sıkışık olduğum için ucuza gitti, maalesef. Bu bana çok ağır geldi, üstüne üstlük. Dönüşte kendi kendime şunları sormaya başladım: Ben neyim ve ne değilim? Neyi beceriyorum, neyi beceremiyorum? Anladım ki iyi bir zanaatkârım ama tüccarlık vasfım sıfır. Zaten tüccarlık, bambaşka bir şey bence… Bir yandan düşündükçe, hurda niyetine aldığım o saatleri emeğimi, tecrübemi, becerimi kullanarak toparlamış olmam çok hoşuma gitti. Çok radikal bir karardı; şehre varınca doğruca dükkâna gittim ve elimde ne kadar yeni saat varsa hepsini ortadan kaldırdım. Dedim ki, “bundan sonra ne yeni mal alacağım ne yeni mal satacağım ne de bunların tamiratıyla uğraşacağım.” Ve böylece, meslekte yepyeni bir kulvara geçtim. Geçtim ama bu geçişin bir miktar sıkıntı yaratacağını baştan kabullenmiştim. “Sabırla koruk bile helva olur” derler ya, o sıkıntılı süreci atlatmak on senemi aldı. Bu süreç zarfında müşteri portföyüm tamamıyla değişti ve insanlar mesleğime daha çok saygı göstermeye başladı.
Meşhur saat kulemizle nasıl ilgilenmeye başladığıma artık gelebiliriz: Dedem ve babam gibi devrin mekanik ustaları, ihtiyaç olduğu zaman saatin bakımına el atarmış. Ancak, bizim jenerasyonun ustaları elektroniğe yönelince, kuledeki saatin mekanik bakımından anlayan kimse kalmamış. O zamanki dükkânım kuleye epeyi yakındı ve gözümün önünde durup, olması gerektiği gibi çalışmayan saat, bir mekanikçi olarak beni çok rahatsız ediyordu. Gerekli makamlara çıktım ve teklifimi yaptım: “Saatin bakımını ücret talep etmeden üstlenmek istiyorum. Yeter ki doğru dürüst çalışsın çünkü saatin bu hali beni inanılmaz rahatsız ediyor.”
Saat kuleleri, genelde açık alanlara, her kesimden insanın uğrak noktasına konumlandırılır. Bunlar yüksek yapılar olduğu için, zararı engellemek adına, havayı sirküle edecek delikler barındırır. Bir mekanikçi olarak söylüyorum, içerisi uçak gemisi gibidir. Tozdu, egzozdu derken, saat kuleleri düzenli bakıma muhtaçtır. Belirli prensiplere göre çalışan bu mekanik saatlerin irtifaya göre değişen kurulma aralıkları vardır. Bizim kulenin saatini de altı günde bir kurmak gerekiyor. 1994’ten beri bakımı ve kurulumuyla uğraşıyorum. İlk on yıl boyunca sözleşmesiz olarak hizmet verdim. Şunu da söyleyeyim, sadece bu kulenin saatiyle ilgilenmiyorum; bugüne kadar on altı saat kulesinin bakımını üstlendim. 
Mesleğinizin ürettiği bilgi birikimini geleceğe bırakmak adına neler yapıyorsunuz?
Çok özel bir iş koluyla uğraştığımın farkındayım, saatçilik literatürüne geçmiş işletmemin Türkiye’de bir benzeri yok. Ben mesleğine sevgiyle bağlı birisiyim. İlgi, ardından bilgiyi getiriyor ama bu bilgiyi kayıt altında tutmak lâzım ki kaybolmasın. O yüzden dünden bugüne yaptığım her işi belgeleyip kayıt altına alıyorum. Bilgiyi kendime saklamam çünkü bilgi birikimi, ancak bir başkasına aktarılırsa ölümsüzleşir. Bu birikim bende saklı kalmasın diye meslek okullarına, sanat okullarına gidip bir şeyler öğreteyim diye can atıyorum fakat devrin özelliğinden midir insanların bakış açısından mıdır, kime başvursam “önce para” diyor. Bundan dolayı kimseye kızamıyorum çünkü bir zamanlar ben de hayata öyle bakıyordum.
Bu işe gönül vermiş amatör meslektaşlarımın katkısıyla, Türkiye’de saatçiliğin geçmişini, bugününü ve geleceğini konu edinen bir kitap hazırlıyoruz. İnşallah ömrümüz yeter de kitabı hayata geçirebiliriz. 
Kulenin tasarımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Güzel bir soru; cevabı, kuleye neresinden baktığınıza bağlı ama ondan da önce, hayata bakışınıza bağlı. Demin dedim ya, önceleri eskiyle yeninin yan yana durmasını yakıştıramazdım. Antika saatlerle ilgilenmeye başlamadan önce, saat kulelerine tabiri caizse koyunun trene baktığı gibi bakıyordum. O zamana kadar eserin mimarisi veya geçmişi hakkında en ufak bilgim yoktu. Şimdi o yapıyı geleceğe taşımaktan, yaşatmaktan ben sorumluyum. Keşke herkes şehrin mimari değerlerinin bilincine gecikmeden varabilse. Ben o bilince çok geç vardım. 
Dükkânda sayısız saat var. Bunların bakımını, temizliğini nasıl organize ediyorsunuz?
Yaptığım işle gurur duyuyorum ama artık zor geliyor. Yaşım oldu altmış; insan belirli bir süre sonra yorulmaya başlıyor. İşin içinden çıkamayanlar, “Fethi Usta yapar” diyor. Tamam, Fethi Usta yapar da nasıl yapar? Meselâ, kimseye zaman konusunda söz vermem çünkü süreç sırasında karşımıza bin tane problem çıkabilir. Acele etmeye gelemem. Tamir, bakım önce beni tatmin edecek ki müşteriye “çıkardığım iş içime sindi, güle güle kullan” diyebileyim. 
Bu alanda rakipsiz olunca, zamansızlık aile hayatımı sekteye uğratıyor. Yirmi gün oldu, kardeşlerimi ancak görebildim. İzmir dışında bir sürü işe koşuyorum. Anıtlar Müdürlüğü’ne, belediyelere ve müzelere bilirkişi olarak hizmet veriyorum. Böyle olunca, dükkânla ve saatlerle ilgilenme işi en sona kalıyor. Kurmasıydı, tozunu almasıydı derken, bir günüm gidiyor. Gözler de eskisi kadar iyi görmüyor. Babamın dediği gibi “mekanik zamanla eskir”; bizim mekanik de eskidi. 
Babam Fikri Pamukoğlu ile rahmetli olana kadar aynı tezgâhta çalıştık. Fırlama bir çocuktum ama hiç tartışmadık. Zaman zaman futbolcular gibi burun buruna gelirdik ama hiçbir zaman kavga etmedik. Normalde iki zanaatkârın bir tezgâhı paylaşması çok zordur ama yaş ilerledikçe neyi anladım biliyor musunuz? Bu huzur halinin sebebi babamın sabrıymış, olgunluğuymuş. Her zaman her yerde adını anarım, nur içinde yatsın… Bana bir altın bilezik verdi hâlâ o bilezikle hayatımı idame ettiriyorum. Kardeşm,Türkiye’de Rolex’ten sertifikalı dokuz ustadan biridir fakat bu tür saatlerle ilgilenmiyor. O yüzden, mesleğimi el verdiğim bir arkadaşıma bırakmayı planlıyorum. 
Zanaatkârlık neden ortadan kalkmaya yüz tuttu?  “El emeği göz nuru” olarak baktığımız objeler niye hayatımızdan çıkıp gidiyor? Temel sebep ekonomik koşulların değişmiş olması mı, insanların estetik algısında yaşanan değişim mi? 
Bu konuyu düşünmek dahi bana üzüntü veriyor. İşim gereği sıkça yurt dışına çıkıyorum, birçok ülkeyi ziyaret ediyorum. El emeğine yurt dışında kolay kolay paha biçilemiyor çünkü insanlar geçmişine ve geçmişi taşıyan objelere, yapılara kadir ve kıymetle bakıyor. Biz hafızayı korumaya ilgisiz bir milletiz. Ülkenin ekonomik istikrarı bir türlü yakalayamamış olması, el emeğine dayanan zanaatkârın hak ettiği karşılığı almasını engelliyor. Ustalar iyi para kazanamadığı veya o iş kolu artık ilgi görmediği için mesleği bırakıp gidiyor. Benden öncekilerin önemli bir kısmının vefat ettiğini unutmayalım. 


 G Ö R S E L L E R





1 Kasım 2018 Perşembe

LAYOUT TASARIMI // SÜTUN - SPREAD EGZERSİZİ

Tek Sayfa Boyutu: 23 x 30 cm [İki sayfa yan yana (Facing pages/ Spread) olarak düzenlenecek]
- Düzenlemeler bir grid sistemi üzerinden iki veya üç sütun ile yapılacak.
- Herhangi bir görsel öğe ya da renk kullanılmayacak
- (Şimdilik) Sadece metin kullanılacak.


Jimi Hendrix’in Woodstock’u


Martin Johnson

O sahne aldığında, neredeyse herkes bu sıra dışı festivali terk etmişti. Ama 40 yıl sonra, Woodstock hala Jimi’ye ait.

Kırk yıl öce yüz binlerce insan (gerçek sayı hiç bir zaman bilinemeyecek) Bethel, N.Y.’da düzenlenen Woodstock Müzik ve Sanat Fuarı için bir araya geldi. Rock müziğin ünlü isimlerinin neredeyse tamamı—Jefferson Airplane, The Who, Janis Joplin, Sly & the Family Stone, Crosby, Stills, Nash & Young, Richie Havens—bu sıra dışı festivalde sahne aldı. Ve seyircilerin neredeyse tamamı bu sanatçıları izledi.
Ancak seyircilerin çok küçük bir bölümü Jimi Hendrix’in performansına (bugün bile gelmiş geçmiş en iyi rock gitar performanslarından biri olan, Woodstock’un simgesi olarak bilinen performans) tanıklık edebildi.
O gün Woodstock’ta olduğunu söyleyebilenlerin birçoğu, Hendrix’in performansını rock tarihinin bu efsaneleşmiş gününü filme alan çok sayıdaki CD ve DVD’ler sayesinde hatırlayabiliyor.
Birçok faktör birleşerek Hendrix’e komplo düzenlemiş gibiydi: yetersiz lojistik planlama, kötü hava koşulları, aşırı kalabalık (yedek olarak çalan ismi duyulmamış toplama grubu söylemeye gerek yok). Hendrix’in performansının (üç günlük hafta sonu festivalinin son gösterisi) 03.00’da başlaması gerekiyordu ancak sahneye çıkması 18 Ağustos Pazartesi 08.00’i buldu. Bu saate kadar Woodstock Kalabalığı’nın büyük kısmının evine gitmiş olması gerekiyordu. Hafta sonu sona ermişti. Ancak kalmayı tercih eden azınlık gerçekten özel bir sabah yaşadı —Jimi ile kahvaltı, anlatılmaya değer bir performans. Bunun nedeni ona özel davranılması değildi. Çalmaya başladığında, konser alanının çevresindeki çalışanlar muazzam kalabalığın çöplerini temizlemeye başlamışlardı.
Festival organizatörleri konsere 150.000 kişinin katılacağını öngörmüştü ve muhtemelen beklediklerinin en az iki katı katılımcı geldi (belki de Joni Mitchell’in “Woodstock” şarkısında söylediği gibi “yarım milyon gücünde” bir kalabalık vardı) ve diğer lojistik imkanlar da kullanılamadı. Her gece gösteriler gün ağarıncaya kadar sürdü ve Pazar günü durmak bilmeyen yağmur nedeniyle Hendrix’in performansı ertesi güne sarktı. Kariyerinin en alışılmadık performanslarından biri olacaktı.
Konser sunucusu Jimi’nin grubunu “Jimi Hendrix Experience” adıyla anons etti ama Jimi hemen sunucunun bu hatasını düzeltti ve grubun adının “Gypsy Sun and Rainbows” olduğunu söyledi. O yılın başlarında Hendrix, 60’lı yılların ortalarında Londra’da kurulan The Experince grubundan ayrılmıştı. Jimi Hendrix Experience üç disk kaydı gerçekleştirdi, bunlardan ikisi Are You Experienced ve Electric Ladyland, popüler müziğin unutulmaz kayıtları arasındaki yerini aldı. Woodstock’tan bir kaç ay sonra, Hendrix, basçı Billy Cox ve Buddy Miles ile birlikte kurduğu yeni grubu Band of Gypsies’i tanıtacaktı.
Ancak o Ağustos günü Hendrix hala arayışlarını sürdürüyordu ve sabah saatlerinde sahneye adım attığında yanında Cox, The Experince grubundan davulcu Mitch Mitchell, gitarist Lary Lee ve iki perküsyoncudan oluşan bir grup vardı.
Bu grup Hendrix’in birlikte çaldığı en büyük grup olmanın yanı sıra en az ünlü olanıydı. Durum Hendrix’i alışık olduğundan farklı bir şekilde çalmaya zorlamıştı. Bu durum özellikle sonunda gitarın bir telini kopardığı “Red House”şarkısının yükselen ve incelen blues tarzı akorlarında belirgin hale geldi. Hendrix gitarının arızasını düzeltmeye uğraşırken Lee “Mastermind” şarkısında gruba liderlik etti, ardından Jimi en az onun kadar nefes kesici “Foxy Lady” ile dönüş yaptı.
Woodstock organizatörleri programlarının ne kadar aksadığını fark ettiklerinde, Hendrix’e gece yarısı çalmasını önerdiler ancak o bu teklifi reddetti. Bu andan itibaren tarihi bir olay gerçekleşeceği belliydi ve Hendrix ışığını ve efsanevi performansını saklamak istemişti. Artık kendisinden önce ortaya konulan mükemmel müziği uygun bir şekilde sonlandırmak istiyormuş gibi çalıyordu.
İki saatlik performansının ortalarına doğru, “The Star-Spangled Banner” parçasının da dahil olduğu bir bölüm başlattı. Ulusal marş Hendrix’in repertuarında uzun süredir yer alıyordu ve bu marşı kariyeri boyunca yaklaşık 50 kez çalmıştı ancak hiçbiri Woodstock’taki kadar uzun ve iniş çıkışlarla süslenmiş değildi. Performansı, Vietnam Savaşı haber sayfalarından tanıdığımız savaş jetlerinden gelen gürültülü geri beslemeyle doldu, sadece Jimi’nin müziğini daha öne çıkaran, rutin eşliğe ustaca değiştirerek JohnColtrane’e benzer şekilde daha itici bir şekilde destekleyen Mitchell the late Rashied Ali tarafından desteklendi. Kırk yıl sonra hala unutulmaz gitar performansları arasında bir numaradaki yerini koruyor.
Hendrix bu durumu performanstan birkaç hafta yapılan bir röportajda TV talk show sunucusu Dick Cavett’e “Ben bir Amerikalıyım tabii ki marşımı çalacağım” şeklinde açıkladı. Cavett, Hendrix’in performansını alışılmışın dışında olarak açıklamaya çalıştığında, gitarist bu açıklamayı düzeltti. “Alışılmışın dışında değil güzel olduğunu düşünüyorum”. Aslında, Woodstock Topluluğunu Amerikalı olmamakla suçlayan neslinin tüm karşıt üyeleri için Jimi’nin uygun bir cevabı vardı; onlar diğerleri gibi uyumlu olmak için yanıp tutuşmuyor, özgürlüğü kucaklıyorlardı. Woodstock son muhteşem Hendrix performanslarından biriydi. Hayatının son 13 ayında kaydının piyasaya sürülmesinden çok önce imzalamış olduğu bir sözleşmeyle ilgili davalarla ve Experince sonrası kurduğu grubu bir arada tutmanın zorluklarıyla uğraşmak zorunda kaldı.
Müzikal açıdan, aynı anda birçok yönde ilerliyordu: Jazz unsurları, art-rock ve diğer stiller Hendrix’in Woodstock sonrası döneminin bir çok gösterisinde ve canlı gösterisinde yerini aldı. Ancak Jimi’nin genel Woodstock performansı ve özellikle Ulusal Marş’a ısrarlı itirazı kariyerinde mükemmel bir noktadır. Özellikle, Woodstock’un ne demek olduğunu tam anlamıyla açıklıyordu. Bu nedenle bu 40. yıldönümü kutlanmaya değer bir olay.

x


SAYFA TASARIMI // FORMAT EGZERSİZİ: "SÖYLEŞİ"

Fethi Pamukoğlu: “Bilgi birikimi, ancak bir başkasına aktarılırsa ölümsüzleşir”


SÖYLEŞİ / FOTOĞRAFLAR: ALİ KEMAL ERTEM

Saat Kulesi’nin yer aldığı meydan, her kesimden insanın uğrak noktasıdır. Meydanın içinde oyalansak da içinden geçip gitsek de kulenin tarihi saatine pek bakmayız. Oysa yıllardır o saate gözü gibi bakan bir isim var: Fethi Pamukoğlu. Antik saatler uzmanı Pamukoğlu ile zamanlar arasında gidip geldiğimiz bir söyleşi gerçekleştirdik.

Saat Kulesi denince akla ilk gelen isimlerden birisiniz. Kuledeki saatin tarihçesi hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Kulenin saati, Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından şehre hediye ediliyor fakat çok ilginçtir, saat Fransız sistemiyle çalışıyor. Bu işe gönül vermiş dört arkadaşımla o kadar araştırdık ama üretici firmanın kim olduğunu bulamadık. 
“Saat kulesi tamircisi” ifadesi, masalsı bir etki yaratıyor… Bize hikâyenizden bahseder misiniz?
1958 doğumluyum. Mesleğe yedi yaşımda, babamın yanında başladım. Müessesemiz, 1936’dan beri, üç kuşaktır ara vermeden varlığını sürdürüyor. Yaşım ilerledikçe, mesleğe ilgim arttıkça, babamın yanında daha fazla zaman geçirmeye başladım; devamlı araştırma halindeydim. 12 Eylül öncesinde, üniversitelerin karışık ortamından dolayı okulda bir sene kaybedeceğim belli olunca, askere gitmeye karar verdim. Böylece, 1981 yılında profesyonel hayata adım atmış oldum. Çok ilginç dönemlerdi çünkü geleneksel saatçiliğin yapı taşları yavaş yavaş yerinden oynamaya başlamıştı. Bizden öncekiler ve bizim kuşaktan gelen saatçiler, mekanik ustasıdır. Elektronik devir başladığında, o teknolojiye ayak uydurmaya çalışırken hepimiz epeyi sıkıntı çektik. Aslını isterseniz bu sıkıntılı dönem, benim hayat felsefemi derinden etkiledi. Şöyle ki: Saat tamiri ve bakımı çok zorlu bir iştir; emek, göz nuru, ilgi ve bilgi gerektirir. Pilli saatlerin tamiri daha kolaydır, kârlı bir iş koludur. O günkü hayat felsefeme uygun düşecek şekilde, kolay para kazanmanın peşindeydim ve bu kolaycılığın bedelini ilk Körfez Savaşı sırasında döviz tepetaklak olunca çok pahalıya ödedim. Piyasadaki para sirkülasyonu aniden duruverdi ve dibe vurduk. 
Her zaman, hayata pozitif bakmaya çalışırım ve başa gelen her melanetin insanın hayatına olumlu bir etki yapacağına inanırım. Ticari hayatımız alaşağı olunca evi, arabayı, yazlığı satmak zorunda kaldım. En sonunda, satacak başka şey kalmayınca, İstanbul’a gidip depomda kalmış otuz antika saati elimden çıkardım. Saatler çok sıkışık olduğum için ucuza gitti, maalesef. Bu bana çok ağır geldi, üstüne üstlük. Dönüşte kendi kendime şunları sormaya başladım: Ben neyim ve ne değilim? Neyi beceriyorum, neyi beceremiyorum? Anladım ki iyi bir zanaatkârım ama tüccarlık vasfım sıfır. Zaten tüccarlık, bambaşka bir şey bence… Bir yandan düşündükçe, hurda niyetine aldığım o saatleri emeğimi, tecrübemi, becerimi kullanarak toparlamış olmam çok hoşuma gitti. Çok radikal bir karardı; şehre varınca doğruca dükkâna gittim ve elimde ne kadar yeni saat varsa hepsini ortadan kaldırdım. Dedim ki, “bundan sonra ne yeni mal alacağım ne yeni mal satacağım ne de bunların tamiratıyla uğraşacağım.” Ve böylece, meslekte yepyeni bir kulvara geçtim. Geçtim ama bu geçişin bir miktar sıkıntı yaratacağını baştan kabullenmiştim. “Sabırla koruk bile helva olur” derler ya, o sıkıntılı süreci atlatmak on senemi aldı. Bu süreç zarfında müşteri portföyüm tamamıyla değişti ve insanlar mesleğime daha çok saygı göstermeye başladı.
Meşhur saat kulemizle nasıl ilgilenmeye başladığıma artık gelebiliriz: Dedem ve babam gibi devrin mekanik ustaları, ihtiyaç olduğu zaman saatin bakımına el atarmış. Ancak, bizim jenerasyonun ustaları elektroniğe yönelince, kuledeki saatin mekanik bakımından anlayan kimse kalmamış. O zamanki dükkânım kuleye epeyi yakındı ve gözümün önünde durup, olması gerektiği gibi çalışmayan saat, bir mekanikçi olarak beni çok rahatsız ediyordu. Gerekli makamlara çıktım ve teklifimi yaptım: “Saatin bakımını ücret talep etmeden üstlenmek istiyorum. Yeter ki doğru dürüst çalışsın çünkü saatin bu hali beni inanılmaz rahatsız ediyor.”
Saat kuleleri, genelde açık alanlara, her kesimden insanın uğrak noktasına konumlandırılır. Bunlar yüksek yapılar olduğu için, zararı engellemek adına, havayı sirküle edecek delikler barındırır. Bir mekanikçi olarak söylüyorum, içerisi uçak gemisi gibidir. Tozdu, egzozdu derken, saat kuleleri düzenli bakıma muhtaçtır. Belirli prensiplere göre çalışan bu mekanik saatlerin irtifaya göre değişen kurulma aralıkları vardır. Bizim kulenin saatini de altı günde bir kurmak gerekiyor. 1994’ten beri bakımı ve kurulumuyla uğraşıyorum. İlk on yıl boyunca sözleşmesiz olarak hizmet verdim. Şunu da söyleyeyim, sadece bu kulenin saatiyle ilgilenmiyorum; bugüne kadar on altı saat kulesinin bakımını üstlendim. 
Mesleğinizin ürettiği bilgi birikimini geleceğe bırakmak adına neler yapıyorsunuz?
Çok özel bir iş koluyla uğraştığımın farkındayım, saatçilik literatürüne geçmiş işletmemin Türkiye’de bir benzeri yok. Ben mesleğine sevgiyle bağlı birisiyim. İlgi, ardından bilgiyi getiriyor ama bu bilgiyi kayıt altında tutmak lâzım ki kaybolmasın. O yüzden dünden bugüne yaptığım her işi belgeleyip kayıt altına alıyorum. Bilgiyi kendime saklamam çünkü bilgi birikimi, ancak bir başkasına aktarılırsa ölümsüzleşir. Bu birikim bende saklı kalmasın diye meslek okullarına, sanat okullarına gidip bir şeyler öğreteyim diye can atıyorum fakat devrin özelliğinden midir insanların bakış açısından mıdır, kime başvursam “önce para” diyor. Bundan dolayı kimseye kızamıyorum çünkü bir zamanlar ben de hayata öyle bakıyordum.
Bu işe gönül vermiş amatör meslektaşlarımın katkısıyla, Türkiye’de saatçiliğin geçmişini, bugününü ve geleceğini konu edinen bir kitap hazırlıyoruz. İnşallah ömrümüz yeter de kitabı hayata geçirebiliriz. 
Kulenin tasarımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Güzel bir soru; cevabı, kuleye neresinden baktığınıza bağlı ama ondan da önce, hayata bakışınıza bağlı. Demin dedim ya, önceleri eskiyle yeninin yan yana durmasını yakıştıramazdım. Antika saatlerle ilgilenmeye başlamadan önce, saat kulelerine tabiri caizse koyunun trene baktığı gibi bakıyordum. O zamana kadar eserin mimarisi veya geçmişi hakkında en ufak bilgim yoktu. Şimdi o yapıyı geleceğe taşımaktan, yaşatmaktan ben sorumluyum. Keşke herkes şehrin mimari değerlerinin bilincine gecikmeden varabilse. Ben o bilince çok geç vardım. 
Dükkânda sayısız saat var. Bunların bakımını, temizliğini nasıl organize ediyorsunuz?
Yaptığım işle gurur duyuyorum ama artık zor geliyor. Yaşım oldu altmış; insan belirli bir süre sonra yorulmaya başlıyor. İşin içinden çıkamayanlar, “Fethi Usta yapar” diyor. Tamam, Fethi Usta yapar da nasıl yapar? Meselâ, kimseye zaman konusunda söz vermem çünkü süreç sırasında karşımıza bin tane problem çıkabilir. Acele etmeye gelemem. Tamir, bakım önce beni tatmin edecek ki müşteriye “çıkardığım iş içime sindi, güle güle kullan” diyebileyim. 
Bu alanda rakipsiz olunca, zamansızlık aile hayatımı sekteye uğratıyor. Yirmi gün oldu, kardeşlerimi ancak görebildim. İzmir dışında bir sürü işe koşuyorum. Anıtlar Müdürlüğü’ne, belediyelere ve müzelere bilirkişi olarak hizmet veriyorum. Böyle olunca, dükkânla ve saatlerle ilgilenme işi en sona kalıyor. Kurmasıydı, tozunu almasıydı derken, bir günüm gidiyor. Gözler de eskisi kadar iyi görmüyor. Babamın dediği gibi “mekanik zamanla eskir”; bizim mekanik de eskidi. 
Babam Fikri Pamukoğlu ile rahmetli olana kadar aynı tezgâhta çalıştık. Fırlama bir çocuktum ama hiç tartışmadık. Zaman zaman futbolcular gibi burun buruna gelirdik ama hiçbir zaman kavga etmedik. Normalde iki zanaatkârın bir tezgâhı paylaşması çok zordur ama yaş ilerledikçe neyi anladım biliyor musunuz? Bu huzur halinin sebebi babamın sabrıymış, olgunluğuymuş. Her zaman her yerde adını anarım, nur içinde yatsın… Bana bir altın bilezik verdi hâlâ o bilezikle hayatımı idame ettiriyorum. Kardeşm,Türkiye’de Rolex’ten sertifikalı dokuz ustadan biridir fakat bu tür saatlerle ilgilenmiyor. O yüzden, mesleğimi el verdiğim bir arkadaşıma bırakmayı planlıyorum. 
Zanaatkârlık neden ortadan kalkmaya yüz tuttu?  “El emeği göz nuru” olarak baktığımız objeler niye hayatımızdan çıkıp gidiyor? Temel sebep ekonomik koşulların değişmiş olması mı, insanların estetik algısında yaşanan değişim mi? 
Bu konuyu düşünmek dahi bana üzüntü veriyor. İşim gereği sıkça yurt dışına çıkıyorum, birçok ülkeyi ziyaret ediyorum. El emeğine yurt dışında kolay kolay paha biçilemiyor çünkü insanlar geçmişine ve geçmişi taşıyan objelere, yapılara kadir ve kıymetle bakıyor. Biz hafızayı korumaya ilgisiz bir milletiz. Ülkenin ekonomik istikrarı bir türlü yakalayamamış olması, el emeğine dayanan zanaatkârın hak ettiği karşılığı almasını engelliyor. Ustalar iyi para kazanamadığı veya o iş kolu artık ilgi görmediği için mesleği bırakıp gidiyor. Benden öncekilerin önemli bir kısmının vefat ettiğini unutmayalım. 
Diğer yandan, zanaatkârın çuvaldızı kendisine batırması da gerekiyor. Öncelikle mesleğine saygıyla, inatla sarılacaksın ve sebat etmekten vazgeçmeyeceksin. Emeğinin, hizmetinin hakkını ancak belirli bir seviyeye gelmişsen müşteriden talep edebilirsin. Kendi vicdanıma soruyorum; bu iş kolunda rakibim olmadığı için gereğinden fazla ücret talep etmeye hakkım var mı? Gönül ferahlığı çok önemli… Bizde el işçiliğiyle çalışanlar, maalesef verdikleri hizmetin ve emeğin gerçek karşılığını alamadığı için parayı kolayca kazanabilmenin yollarına bakıyor. Bir vida için gün boyunca uğraştığımı, bir dakika sürecek ayar için üç yüz kilometre yolu gidip geldiğimi bilirim. İşçiliğim pahalıdır, ben hizmet ve emeğimin karşılığını alıyorum ama herkes benim kadar şanslı değil. 


25 Ekim 2018 Perşembe

Paragraf Egzersizi Vol. 2

Kültür, Uygarlık ve Kitap 


İnsan, hiçbir bilgiye sahip olmadan doğar. Yaşamı boyunca birçok bilgiyi deneyimleyerek öğrenir. Bilgiye ulaşmanın bir yolu da okumaktır. Uygarlık, bizden önceki kuşakların biriktirdiği bilgi ve anıların toplamıdır. Biz, uygarlığa o kuşakların kitaplarını okumakla katılabiliriz. 


Kitap, bir kenarından birleştirilerek dışına kapak takılmış yani ciltlenmiş, (kâğıt, parşömen vb. malzemeden üretilmiş) üzeri baskılı sayfaların toplamıdır. Bir yapıta ya da yapıtın bir bölümüne de kitap dendiği olur. Elektronik ortamda yayınlanan kitaplara ise e-kitap yani elektronik kitap denir. Kütüphanecilikte, dergi, bülten ya da gazete gibi süreli yayınlardan ayırt etmek için “monograf” olarak da adlandırılır.
Kitap kelimesi Arapça kökenlidir. Arapça’da “yazılı olan” anlamına gelen “kitab” sözcüğü, “yazmak” anlamına gelen “ketebe”den türemiştir. Türkçesi ise “bitig”, diğer yazılışlarıyla “bitik” ya da “betik”tir. Kaşgarlı Mahmud’un Bağdat’ta 1072 - 1074 yılları arasında yazdığı Türkçe Arapça sözlük olan Divânu Lügati’t-Türk adlı yapıtında kitap sözcüğünün karşılığı Türkçe “bitig” olarak geçmektedir. Orhun Yazıtlarında da kitap sözcüğü “bitig” olarak geçer.
XIX. yüzyıldan itibaren, Sanayi Devrimi’nin doğal sonucu olarak, selüloz esaslı endüstriyel kâğıt üretimi yaygınlaştı. Bu tür kâğıt, dokuma-lif esaslı kâğıttan çok daha ucuz olduğu için her türden kitabın genel okuyucuya büyük miktarlarda ve ucuz sunulmasını sağlamakla birlikte, asit içerdiği için zamanla bozulur. Kitaplar tercihen fazla ışık, özellikle de doğrudan güneş ışığı almamalıdır. Normalin üstünde ısı ve nem de kitaplara zararlıdır.

11 Ekim 2018 Perşembe